Kış tatilimizi geçirmek için Ürdün ’ü seçmemizin nedenleri listesinin ilk sıralarında haftalardır internette okuduğumuz birbirinden ilginç gezi notları, gördüğümüz yüzlerce fotoğraf ve ülkede kış mevsiminin ılık geçmesi bulunuyor.
Welcome to Jordan!
26 Aralık’ta Amman Havalimanı’nda başlıyor turumuz. Havayolu şirketi (ismini verip reklam yapmak istemiyorum çünkü bizi çok üzdüler) bisikletlerimizi ve bisiklet çantalarımızı neyseki eksiksiz teslim etti. Ürdün vizesini pasaport kontrolüne geçmeden önce bir görevliden almamız söylendi ve uzun bir kuyruk ve birazcık da kargaşanın ardından kişi başı 10 JD ödedikten sonra vize pullarımız ile pasaport kontrolüne gittik. Bu işlemi Ürdün’den çıkarken de yapmamız gerektiği konusunda uyarılmadık, turistlerden sadece ülkeye girerken değil çıkış yaparken de ücret talep ettiklerini Ürdün – Suriye sınırında öğrenecektik.
Mozaikler kenti Madaba
Saat altıda hava aydınlanır aydınlanmaz bizi bekleyen yeni maceramıza pedal çevirmeye başladık. İlk hedefimiz Madaba. Madaba, kutsal Mount Nebo yolunda, neredeyse her evin altından çıkan eşsiz mozaikleri ile çok önemli bir kent. Şehrin illaki görülmesi gereken St George Kilisesi’ni ziyaret ettik ve kilisenin binlerce mozaik kullarak İncilde geçen 157 yari gösterdiği haritayla dokunmuş tabanını hayranlıkla izledik.
Madaba’dan Lut gölüne doğru devam ettik. Deniz seviyesinin altına indikçe sıcaklık 25 derecenin üstüne çıktı. Sık sık su almak için küçük dükkanların önünde durduk. Üç farklı yerden su aldık ve her seferinde farklı bir fiyat ödedik. Bir şişe su Avrupadan daha pahalı Ürdün’de.
Arabalar korna çalmadan geçmiyorlar yanımızdan. Önce biz de her korna çalana el sallayarak selam verdik. Sadece arabalar ve kamyonetler değil, bizim bisikletle hareket ettiğimizi fark eden çocuklar tarlalardan, okul bahçelerinden koşup bizi daha yakından selamlamak için koşuyorlardı. Onlara da sol elimi sallayıp bir de tiz sesli kornamı çalıyordum. Ama bir süre sonra selam vermekten başka birşey yapmadığımızı fark ettik. Özellikle akşama doğru ben korna çalanlara kafamı bile kaldırıp bakmadım.
Ürdün Lut Gölü
Deniz seviyesinin 400 metre altına indik ve Lut Gölü, yani Ölüdeniz’e vardık. Dünyanın en alçak noktası ve yine dünyanın en zengin doğal tuz kaynağı, Lut Gölü. Ürdün’ün Petra sonraki en populer yeri. Sudaki tuz oranı okyanuslardakinin 4 katı olduğundan suyun kaldırma gücü hayret verici. Çok farklı bir coğrafya, bitki örtüsü olmayan çorak tepeler ölü gibi durgun bir suyu çevreliyorlar.
Çadırımızı kurmak için uygun bir alan bulamayınca mecburen gölün güneyindeki tek mevcut otelde kaldık. Nerelisiniz? Ben türküm, eşim italyan. ‘Welcome to jordan!’. Bunu tüm seyahatimiz boyunca günde ortalama 50 kez duyacaktık ve henüz bir tuhaf durum hissetmemiştik.
Müslüman ülkenin hristiyan şehri Al Karak
Al Karak, şehrin vadi ve tepeleri arasında yeralan Kerak Haçlı Kalesi ile ünlü bir kent. Şehir bölgeye haçlıların girişi ile birlikte gelişmeye başlamış ve büyümüş. Hristiyanların yoğun olarak yaşadığı bu şehirde hala dükkan ve mağaza vitrinlerini noel ağaçlarının süslediğini gördük. Kerak Kalesi 1142 yılında Montreal Lordu Bouteiller tarafından, daha erken dönemde bölgeye inşa edilmiş olan citadel üzerinde inşa ettirilmiş.Kalenin muhteşem bir konumu var; bir tepenin üzerinde yüksek surları var ve etrafını çevreleyen herşeye hakim bir pozisyonda. Eşimin aklına ilk gelen soru, ama nasıl olmuş da bu kale müslümanlar tarafından ele geçirilmiş. Bu sorumuzu yemek yediğimiz lokantada tanıştığımız polis memuruna yönelttik. Kerak kalesi hiç bir zaman ele geçirilememiş. Selahaddin Eyyubi önderliğindeki müslüman ordusu Kudüs’ü aldıktan sonra hristiyanlar Kerak Kalesinden kendileri ayrılmış ve bu bölgeden çekilmişler.
Dhana Milli Parkı
Dhana Vadisine yolculuğumuzun üçüncü günü ulaştık. Soğuk ve kar beklediğimiz yükseklerde 25 derece gibi bir sıcaklık bulunca sürekli pedallara asıldık. Eşim kısa bisiklet şortu ve t-shirt’lü ben çok dikkat çekmek istemediğim için uzun ince bir pantalon ve uzun kollu bir bisiklet t-shirtü ile yolculuk ettim. Köyün girişindeki guest house’da öğle yemeği yerken kalınacak ve görülecek yerlerle ilgili bilgi topladık. Dhana Hotel’in küçük avlusunda Hüseyin ile tanıştık. Ben türk olduğumu ve kalacak yer aradığımızı söyledim. Hüseyin akşamları türk dizilerini seyrediyormuş ve İstanbul’a hayranmış. Odalar doluymuş ama terasta bir bedevi çadırı varmış kalabileceğimiz. Sabah ve akşam yemeğini de dahil ettikten sonra pazarlıklı fiyata iki günlüğüne çadıra yerleştik. Keçi kılından yapılmış siyah bir çadır. Yağmur geçirmediği konusunda çok ikna olmadık.
Akşam yemeği sırasından alman bir çift ile tanıştık. Bu renkleri çok güzel derin vadide kılavuz tutup bir trekking turu yapmak için anlaştık. Otel kılavuz bulmamız için derhal yardımcı oldu.
Ertesi gün kılavuzumuz Muhammed tam saat sekizde bizi jeepi ile almaya geldi. Tura başlangıç noktasına araba ile gittik. Sonra kayalar arasında üç saatlik bir yürüyüş yaptık. Mohammed, Dhana’nın hikayesini anlattı bize. Osmanlılar Ürdün’ü aldığında Türkler Dhana’yı kurmuşlar ve burada hayvancılık yapıyorlarmış. Ancak Ürdün el değiştirince, Dhana köyünde yaşayan türkler birer birer köyü terk etmişler. Ana yollardan uzak bu yerleşim yeri yıllarca kendi haline bırakılmış taki on yıl önce turizmciler tarafından keşfedilinceye kadar. Eski evlerin bir kısmı hotel bir kısmı da restoran olarak restore edilmiş. Bu bölgede trekking turları çok yaygın. Muhammed bizi bir mezarlıktan geçirdi. Eski türk mezarlığıymış. Mezarların delik deşik kazılmış olduğunu görünce hemen sorduk nedenini. Ürdünlüler, türklerin buraları terk etmeden önce varlıklarını mezarlara gömdüklerine inanıyorlar ve ne kadar eski mezar varsa kazıp altın arıyorlarmış. Mohammed henüz birşey bulanı görmemiş. Ancak ertesi gün tanıştığımız Ali bize bulduğu bir altın kuş heykelinin fotoğrafını gösterdi…
Dhana dinlenmek için çok uygun bir yer. Güzel anılarla ayrılıyoruz Dhana’dan.
Dhana köyünden Wadi Musa 50 km. Yolda çok fazla iniş çıkışlar da yok ama çok güçlü bir rüzgar var. Var gücümüzle pedallara asıldık ve öğle saatlerinde Wadi Musa’ya vardık. Önce otele yerleştik ardından çevreyi tanıma turumuza çıktık. Petra arkeolojik alanına giriş ücretleri ve saatleri ile ilgili bilgi aldık.
Ertesi gün sabah erkenden kalktık. Saat 6:30 da biletimiz elimizde giriş kapısının önündeydik.Önceden uyarılmıştık, petranın gün içinde binlerce kişi tarafından ziyaret edildiğini öğrenmiştik. Güzel fotoğraflar ve petra tapınağında bir kaç özel dakika geçirmek istiyorsak turist gruplarını erken saatte gelerek atlatabilirmişiz.
Bu erken saatte bizden başka belki toplam on kişi vardı. Petra çok güzel, az ziyaretçi var, biz dehşet heyecanlıyız ama ne yazıkki hava bulutlu… Tüm gün güneşin kendisini göstermesini umduk. Petra hafımıza bulutlu ve gri olarak yerleşti.
Petra
1985 yılında UNESCO tarafından dünya mirası listesine alındıktan sonra ziyaretçi akınına uğramış. Bugün girişte kişi başı 26 JD alınıyor. M.Ö 400 yılında kurulmuş olan Petra antik kentinde tiyatro, tapınak, ev, gibi yapılar kireç taşına oyularak yapılmış. Özellikle tapınak ve manastır çok etkileyici. Bütün günümüzü bu antik kentin evlerini keşfederek geçirdik. 100 kilometrekarelik alana yayılan Petra’daki tek tahribatın doğa tarafından yapıldığını gördük. Hava karardıktan sonra antik kent 1500 adet mumla aydınlatıldı ve Indiana Jones filminden tanıdığımızı muhteşem Hazine binasının önünde geleneksel enstrümanlar eşliğinde yapılan müzikleri dinleyerek yeni yıla girdik.
Wadi Rum
Wadi Rum girişine varmadan Bait Ali Camp’a saptık. Oda ve çadırda kalma imkanı sunan tesis kendi çadırımızda kalabileceğimizi söyledi. Kalvaltı ve akşam yemeği ücreti için pazarlık yaptık. Pazarlıksız su ve ekmek bile almamız gerektiğini öğrendik. Turistler her zaman normal fiyatın en az üç mislini ödemeye mahkum. Ürdün’de hırsızlık yok, ancak turistler yüzlerine baka baka kazıkanıyorlar. Halk, turistler yabancı oldukları için fazla fazla para ödemesi gerektiği konusunda hem fikir. Gözlerini kırpmadan bir bardak çaydan 4 JD istiyorlar.
Koruma altında olan Wadi Rum’u ne deveyle ne de 4×4’lerle gezmek istemediğimize karar verdik. Çölü geçmek için ilk denememizi bisikletlerle yaptık ancak kızıl kumların göründüğünden daha yumuşak olduğunu fark ettik. Pedal çevirmek imkansız, bisikleti kumda itmek de bir işkence. Aradan iki saat geçtikten sonra yürümenin daha kolay olacağı kararına vardık.
Kızıl kumlarda Arabistanlı Lawrence’ın ayak izlerini ararken, Lawrence’ın pınarını, Arabistan’a geçişinde konakladığı (şimdi harabe durumda) evini, Nebati Tapınağı’nı, kaya köprüleri ve 2500 yıllık kaya resimlerini görme şansını yakalıyoruz. Develerin resmedildiği kaya resimleri o dönemde kervanlara yol göstermek amacıyla çizilmiş. Kızıl kumların ortasında aniden yükselen dev kaya kütleleri gizemli bir gezegende seyahat ettiğiniz hissettiriyor. Bu kızıl çöldeki her şey bu dünyaya ait değilmiş hissi yaratıyor. Wadi Rum’da kesinlikle yaşanması gereken bir tecrübe.
Aqaba
Zorlukla ayrıldığımız Wadi Rum’dan sonra rotamızı Ürdün’ün tek liman kenti Aqaba’ya çeviriyoruz. Osmanlı’nın 400 yıl yönettiği Ürdün’deki tek Osmanlı izi, bu kentteki Osmanlı Kalesi. Son yıllarda yapılmış olan gökdelenlerin arasında ne ihtişamı kalmış ne heybeti.
Kızıl Deniz kıyısındaki Aqaba, mercanları ve binbir renkli balıkları ile keyifli saatler sunuyor. Biz Ürdün’deki son durağımız olan Aqaba’da bir gün geçirdik ve Kızıl Deniz’in bu köşesine kurulmuş karşı yakadaki Mısır’ı ve İsrail’i seyrettik. Mağazalar, lokantalar, uluslararası fast food zincirleri, resmi daireler Kral Abdullah ve Kraliçe Rania fotoğraflarıyla donatılmış Ertesi gün istinasız tüm halk tarafından çok sevilen ve saygı duyulan Kral ve Kraliçe’ye veda ederek Ürdün turumuzu sonlandırdık.
Merhaba,
Yazılarınızı keyifle ve özenerek okuyorum elinize, pedalınıza sağlık.
Uçakta bisiklet taşımayla ilgili önerilerinizi paylaşırsanız çok sevinirim. Türkiye’den giderken paketlemek kolay ama dönerken o iş nasıl oluyor beni düşündürüyor?
Teşekkürler
cevabımı buldum 🙂
http://bisikletim.wordpress.com/2011/04/24/bisikletin-ucak-yolculugu/
Şanslısınız savaştan hemen önce gitmişsiniz bizim için artık hayal oldu