Yeni yılın ilk günü, 1 Ocak sabahı, herkes yatağında mışıl mışıl uyurken, Palermo‘ya veda edip denizden uzaklaşarak dağlara doğru yol almaya başladık. Yol temiz ancak yolun sağ ve sol tarafı karla kaplıydı.
Şehri geride bırakıp dağların yamaçlarındaki tarlaları (bol bol üzüm ve biraz da zeytin) karla kaplı görmek, aslında hayalini kurmuş olduğum Akdeniz’in ortasındaki güneşli Sicilya resmiyle hiç örtüşmüyordu. Kar yağışının, Sicilyalılar için de olağandışı bir durum olduğunu, otomobil şöforlerinin beceriksizliğinden anladık. Kar zincirlerini takmış araçların kuru asfaltta çıkardığı sesler kulak tırmalayıcıydı.
7 kmlik yumuşacık bir rampanın ardından ilk durağımız Monreale. Norman, Bizans, Roma ve İslam’ın çizgilerini taşıyan Monreale Katedrali, gösterişli Avrupa kiliselerinin ve dinlendirici Arap bahçelerinin bir karışımı olarak dünyanın en etkileyici mimari eserlerinden biri olarak kabul ediliyor.
75 yıl süren kuşatmanın ardından Sicilya’yı ele geçiren Araplar, 170 yıl boyunca adaya egemen olmuşlar. Romalılara göre çok daha kısa bir süre adayı ellerinde bulundurmalarına rağmen, asla silinmeyecek izler (dil, tarım vb) ve eserler (mimari, sanat vb) bırakmışlar. Romalılardan farklı olarak Araplar artistik mimariyle ilgilenmiş. Romalılar, mühendisliğe öncelik verirken; Araplar gözlere hitap etmeyi seçmiş. Ölümden sonra gidilecek cennetin bir kopyasını yaratmaya çalışmışlar (avlulardaki portakal ağaçları, simetri, geometrik tasarımlar). Adanın Normanlar tarafından alınmasıyla Hristiyan kültürü adada tekrar yayılmaya başlamış.
Monreale’den sonra rampa devam ediyor ve biz deniz seviyesinden 700 mt yükseliyoruz. Güneş yok, yağış yok ama hava serin. Karlı dağların arasındaki vadiden bir süre sonra deniz tarafına doğru yönelip, aşağı süzülmeye başladık. Deniz kenarına ulaştığımızda ise rüzgar ardımıza alıp hava kararmadan bir çok uluslararası filme kulis oluşturmuş Castellamare‘ye ulaştık ve bulduğumuz tek açık pansiyona yerleştik.
Ertesi sabah bol bulutlu az güneşli bir güne uyandık. Garmin GPS bize ana yollardan kaçınarak ilerlememiz için bir rota buldu.
Sicilya için sadece güneş ve şarap adası değil aynı zamanda kale ve tapınaklar adası da deniliyor. İlk yunan tapınağımı bir tepenin üzerinde uzaktan gördüm. Rotamızdan ayrıldık ve büyülenmişçesine tapınağın bulunduğu tepeyi tırmanmaya başladık. Yanına kadar gelince öğrendik ki; Segesta Tapınağı, çatısı olmamasına rağmen günümüze kadar korunabilen, bu kadar iyi durumdaki dünyadanın tek Yunan Tapınağı’ymış. Tapınağı, Anadolu’dan gelen bir grup yapmış ve adına “Egesta” demişler.
Bir sonraki yerleşim yerinde öğle yemeği yeme planları yaparak Salemi’ye doğru pedal çevirdik. Kar sularından ıslanmış yollarda, tekerleğimden sıçrayan su ayaklarımı ve pantalonumu ıslatıyordu. Biraz ıslak biraz da üşümüş olarak Salemi’ye vardığımızda yiyecek satan tek açık yer küçük bir fırındı. Parça pizzalarımızı alıp, ayaküstü kısa bir mola verdikten sonra rotamıza geri döndük.
Şarap bağlarının arasından geçen süper keyifli yolda bir süre sonra yürüyerek seyahat eden bir Alman ile karşılaştık. Bisikletlerimizle yavaşladık ancak biz durmayıp yola devam edince “çok mu aceleniz var?” diye arkamızdan bağırdı. Yıllardır bisikletle seyahat ettiğimizi duyan herkes “ne kadar çok zamanınız” var derken ilk kez biri bizi hızlı gitmekle itham ediyordu…
Yolda İstanbul’dan, Bisiklet Gezgini‘nden Seçil ve Alexios ile mesajlaştık ve birbirimize çok yakın olduğumuzu anladık. Akşamüstü Marsala yakınlarında bir campingde buluştuk. Katanya’dan iki hafta önce başladıkları bisiklet turlarına Palermo yönünde devam ediyorlardı; biz ise tam ters istikamette. Campingin tek müşterisi biz olduğumuz için mutfağı işgal edip, iki gün rötarlı bir yılbaşı yemeği hazırladık ve bu bölgenin dünyaca ünlü şarabı Marsala içtik. Bir İtalyan, Bir Yunan, iki Türk’ün bu buluşması camping sahibinin de hoşuna gitmiş olmalı ki bize çok sıcak davrandılar.
Seçil ve Alexios’la istemeyerek vedalaşıp farklı yönlerde yolumuza devam ettik. Bir saat sonra Mazara Del Vallo‘ya vardığımızda bizi Paolo’nun üniversiteden arkadaşı Vincenzo karşıladı. Bir yandan merkezdeki Tunus Mahallesini gezdik bir yandan da balıkçılık ve şarap ile geçimini sağlayan şehrin tarihi hakkında bize bilgi verdi.
Bir karış ekilmemiş boş toprak parçasının olmaması çadır kurmak için uygun alan arayışımızı zorlaştırıyor. Her yer üzüm bağları veya meyve bahçeleri. Zeytinlerin arasında bir çadırlık yer bulup geceyi geçirmek üzere yerleştik.
Birinci Kahvaltı: yarım kavanoz Nutella
İkinci Kahvaltı: Cappuccino ve tatlı
Görülecek yer çok, aydınlık sat sayısı az olduğundan, sabahları yola çıkış saatimizi bir saat erkene çektik ve saat yedi civarında yola koyulmaya başladık. Arkamızdan esen rüzgar, irtifa farklarını neredeyse sıfıra indiren viyadükler sayasinde günde hem yüz küsür kilometre yaptık hem de görmek istediğimiz yerleri ziyaret edebildik.
Öğleden sonra atıştırma: peynir, zeytin ezmesi ve ekmek
Öğleden sonra aniden anayolda ayrılıp deniz kenarından yola devam etmek kararı aldık. İyiki de öyle yapmışız. Yolda “Scala dei Turchi” Türk Merdivenleri” oklarını görünce heyecanlandık.
Sarp ve beyaz renkli falezlerin merdiven şeklindeki formasyonu, zamanında Türk ve Arap korsanlar tarafından karaya çıkmak için kullanıldığından, bu oluşumun adına Türk Merdivenleri denilmiş.
Agrigento’ya ulaştığımızda tek düşündüğümüz şey sıcak bir duş ve kıyafetlerimizi yıkamaktı. İlk bulduğumuz otele yerleştik.
*Bu etabın adı Şarap; Palermo-Agrigento arasında yüzlerce kilometre karaye yayılmış üzüm bağları gün boyu iştahımızı kabarttı ve akşamları bir şişe bölgeye ait kırmızı şarap bize keyif verdi.
Sonraki etap Agrigento-Ragusa *Zeytin
yolculuğunuz resimlerde göründüğü gb harika gitmiştir umarım