Şili’nin başkenti Santiago, gördüğüm ilk Güney Amerika şehri.
1541 tarihinde Pedro de Valdivia tarafından kurulan şehir, 1647 ve 1730’da iki büyük deprem yaşamış ve çok hasar görmüş. 1780’lerde italyan bir mimarın neoklasik eserleri şehir merkezine damgasını vurmuş. Kent, geniş bulvarları, ağaçlı kaldırımları,metrosu, iş adamları ve gökdelenleri ile avrupai bir hava taşıyor. Şehrin günlük akışının vazgeçilmezleri: meydanlarda yapılan gösteriler,yüksek sesle atılan sloganlar, öğrencilerin polisle karşı karşı gelmeleri.
Şehrin en büyük problemlerinden biri hava kirliliği. Hava kirliliği o kadar yüksek boyutlara ulaşmışki, şehri çevreleyen Ant Dağları’nı görmekte zorlanıyoruz.
Santiago’da arabalar bisikletlilere saygı gösteriyorlar. İki gün boyunca şehirin tamamını bisiklet ile gezdik ve bir kez bile kendimizi tehdit altında hissetmedik. Otobüsler bile bisikletçileri sıkıştırmamak için geniş bir yay çiziyorlar.Yolda trafik sıkıştığında kaldırımlara çıkıp yolumuza devam ettik. Kaldırımlar geniş ve yayalarla birlikte kullanılabiliyor.
Gökdelenleri, geniş kaldırımları, iş adamlarını geride bırakıp şehrin kuzeydoğusundaki küçük bir köye gittik. LOS DOMINICOS, turist klavuzlarında adı geçmeyen, henüz turist gruplarının akımına uğramamış şirin bir zanaatkarlar köyü. Böyle bir yeri görme ayrıcalığına sahip olduğumuz için ikimizin de ağzı kulanlarına varıyor. El yapımı eşyaların satıldığı köyde keyifli saatler geçirdik.
Santiago’nun yerel mutfağının tadına bakmaktan geri kalmadık elbette. Buraya gelmeden önce herkes bana korkutucu hikayeler anlatıyordu. Vejetaryenlerin, Güney Amerika’da hayatta kalma şanslarının sıfır olması gibi…Santiago’da böyle bir sorun yaşamadım. Menülerde sebze yemekleri bulmak çok kolay. Öğlen yemeklerini leziz peynirli sandviçlerle geçirdim, akşam yemeklerinde yerel mutfağın sebze yemeklerinden tattım. Nefis.
Santiago de Chile’den bir kaç kare
Santiago’dan sonra okyanus kıyısındaki Valparaiso‘ya ardından Arjantin‘e devam etti yolculuğumuz.
One Comment